Sosyolog Kumru Toktamış’la 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün ortaya çıkışını, zaman içinde kapsamının nasıl değişikliklere uğradığını ve günümüzdeki temsilini konuşuyoruz.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Güven Güzeldere: 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Haftası'na denk gelen hafta senelerdir yaptığımız gibi kadın hareketi hakkında konuşacağız. Konuğumuz Amerika Birleşik Devletleri'nden bağlanıyor, sosyolog Kumru Toktamış. Hoş geldin Kumru.
Kumru Toktamış: Merhaba
G.G.: Biz genellikle 8 Mart'a denk gelen haftalarda kadın hareketinin dünyadaki halini, gelişmesini konuşuyorduk. Fakat 8 Mart'ın nereden çıktığı konusunda detaylı bir tartışma yapmamıştık. Bugün Kumru Toklamış'tan onu da öğreneceğiz. Kumru Toktamış hem akademisyen olarak kadın hareketi üstüne yazan, düşünen bir kişi, hem de bizzat Türkiye'deki filmist hareketin içinde 1980’lerden itibaren yani en başta aydan beri bulunmuş. Hatta Ankara'daki bir feminist oluşumun parçası olarak 1980’lerdeki ilk 8 Mart gösterisine katılan 7 genç kadından biriymiş ve Akşam Gazetesi de bir manşet atmış; “Rüyada gezen yedi güzel kız” diye. Bu rüyaysa niye iyi bir rüya olduğunu ya da nasıl rüyadan gerçeğe dönüşebileceğini de konuşacağız. Ben konuğumu biraz tanıtıp sözü ona bırakayım.
ODTÜ Hazırlık’ta İngilizce öğretmenliği ve Yol-İş Sendikası'nda bir süre araştırmacılık yaptıktan sonra New York'taki New School for Social Research’de doktora yapıyor. 1980 sonrası asistanlık sınavını kazanmış olduğu halde ataması yapılmayan insanlardan biri ve bu sebepten yurt dışına çıkmak zorunda kalmış. Doktora tezi büyük halası Yaşar Hanım'a ve oğlu Mavi'ye adanmış. Yaşar Hanım'a adanmış olmasının da aslında bir başka bağlantısı var. Gezi eylemleri ve sonrasında gayri demokratikleşme üzerine akademik makaleleri var. Bir kısmı İspanyolca, Yunanca ve olan ortak değerleme yayınları da var. Bu yayınlardan bir tanesi de Sedat Ulugana'yla birlikte derlemiş olduğu Ağrı İsyanında İstanbullu Bir Kadın, Yaşar Hanım'ın anıları ve kapağında da Yaşar Hanım'ın bir resmini görüyoruz. Kumru Toktamış’ın büyük halasının anılarını bu kitaptan okuyabiliriz.
Kumru, 8 Mart’ta genellikle sosyal medyada şöyle fotoğraflar görüyorum; kurucusu ya da sahibi ya da müdürü erkek olan bir şirkette, müdür diğer kadın çalışanlara birer gül veriyor. Bu 8 Mart'ın herhalde ne olmaması gerektiğinin fotoğrafı ama böyle anlaşılıyor. Bazı insanlar da böyle beklentiler yaratıyor. 14 Şubat Sevgililer Günü'yle biraz daha profesyonellik arasında bir şeymiş gibi. Buradan başlayalım mı? 8 Mart dünyada ilk nereden çıkmıştı ve sonra nasıl yerleşti?
K.T.: Bu başlamak için güzel bir yer. Çünkü 8 Mart'ın şu anda geldiği nokta ilginç ama aynı zamanda şuna da işaret ediyor; bu hale gelmesi kolektif kültürel bir ürün, bir sonuç ve bu kolektiflik içinde herkesin bir katkısı var. Üstelik lineer bir tarih değil. Daha çok kulaktan kulağa oyunu gibi ya da Fransızların söylediği gibi dudaktan kulağa oyunu gibi bir bir gelişimi var. Onun için mutlak ifadelerle konuşmaktan çekinmek lazım. Ben mutlak olarak bu gül verilmesinden hoşlanmasam da bundan hoşlanan yığınla kadın var. Dolayısıyla onların da bu kolektif ürüne katkıları böyle bir şey. Bu bir kolektif kurmaca ama pizza gibi bir kolektif kurmaca, Noel gibi kolektif kurmaca ve bunun için izlerini takip etmek de fayda var. Bilelim ne, nerede, ne zaman buluşmuş da bu noktaya gelmiş. Tarihi böyle anlatmakta fayda var. Bizler için önemli olan bunun sınıfsal niteliği; 8 Mart'ın ya da 8 Mart'a gelinen noktanın başındaki sınıfsal oluşumu, 19.yy işçi sınıfı tarihinde kadınların ve erkeklerin hep bir arada olma halleri. Tarih boyunca bu sınıfsallıkla kadın kimliği nasıl kesişmiş çok önemli. Herkes sanır ki kimlik politikası 80’li yıllarda çıktı. Kimlik politikası her zaman vardı ve sınıf politikasıyla iç içe geçmişti. 8 Mart da bunun ürünü. Kadınların tarihsel mücadelelerdeki varlığına ilişkin iki ayrı bakış vardır. İlki; değişken olarak kadınlar yani kadınlar da vardı; % 40 kadındır, 35’i kadındır, %12’si kadındır gibi.
Bir de kadınların süreçler içinde etken unsur olarak nasıl dönüştürücü nitelikte var oldukları anlayışı var. Bu kategorik olarak kadınların ne gibi katkıları olduğuna dair bir yaklaşım oluyor. Ben bu ikinci yaklaşımı izleyerek konuşalım, konuşulsun isterim. 8 Mart'a gelen yol, suyun iki yakasında; gerek Avrupa'da gerek Amerika'da kadınların oy kullanma talebi talepleriyle de bütünleşiyor. Ama bunu oy kullanma talepleriyle başlıyor anlamında söylemiyorum. Bunun sürece etkin bir katkısı var. Süreç her ne kadar sınıfsal bir süreç olsa bile.
Avrupa'daki sosyalist kadınlar oy kullanma hakkını çok merkeze almıyorlar. 1900’lü yılların başındayım şu anda, yani 19. yüzyılı taşımış insanlardan söz edeceğiz. Avrupa sosyalizminin, sosyalist kadınlarının daha sekter bir duruşu var. Onlar her sınıftan kadınla iş birliği yaparak, oy kullanma hakkını kazanmaya çalışmaktan yana pek değiller. Halbuki bu 1907’de Sosyalist Enternasyonal Kadın Kongresi’nde tartışılan bir konu. 1908’de Amerika Sosyalist Partisi yaygın oy kullanımından, bütün kadınlarla iş birliği yaparak, bir araya gelinerek oy hakkının talep edilmesinden yana. Ancak avrupa buna çok sıcak bakmıyor. Şunu anlamamız lazım; cep telefonu yok, WhatsApp, Zoom yok. Bunu gençlerin anlaması lazım. Bu insanlar yine de bir şekilde birbirlerinden haberdar oluyorlar. Yolculuk çok uzun, sanırım o sıralarda iki hafta sürüyor ama bir şekilde birbirlerinden haberdar oluyorlar.
Şimdi işin ABD ayağını vurgulayacağım ama bu aslında sanıldığı gibi bir ABD çıkışlı değil. Amerikan Sosyalist Partisi 23 Şubat 1909'da 2000 kişilik bir “kadın günü” toplantısı yapıyor. 27 Şubat'ta yeniden Carnegie Hall’da toplanıp Philadelphia'da sürmekte olan bir greve destek toplantısı yapılıyor. 23 Şubat öylesine ortaya çıkmış bir ‘kadınlar vardır’ hali. Buna benzer olarak, bir sene sonra -bu da hepimizin bildiği bir hikayedir- Clara Zetkin 1910 yılında Sosyalist Enternasyonal Kadınlar Kongresi’nde “bir emekçi kadınlar gününe ihtiyaç var” demiştir. Clara Zetkin bunu söylerken belli bir gün tespiti yok, sadece böyle bir gün olsun diyor. Hemen ertesi yıl 19 Mart'ta Avrupa'nın değişik kentlerinde kadın işçilerin yürüyüşleri oluyor. Avusturya'da, Danimarka'da, İsviçre'de tabii Almanya'da.
Genellikle karıştırılan iki tane hikâye var. Biri olmamış, biri olmuş. 19 Mart'ta Uluslararası Emekçi Kadınlar Dayanışma Günü yapıldıktan birkaç gün sonra New York'ta bir tekstil atölyesinde bir yangın çıkıyor. Bu yangında yüzlerce kadın ölüyor. Bu hiçbir şekilde 19 Mart'ta yapılan Kadınlar Günü'ne ilgisi olan bir şey değil. Bu bir iş kazası. Garip bir şekilde, Türkiye'de bunu çok duyuyorum, Facebook'ta çok görüyorum. Bu yangını 1857’ye taşıyıp, 1857 yılında olmuş bir kadın grevi ve yangınından dolayı 8 Mart kutlanıyor gibi bir hurafe var. Böyle bir şey yok. Yani 1850 yılında öyle bir kadın grevi ve yangını da yok. Bunun hatta bunun 1940’larda Fransız feministlerinin uydurduğuna dair de birtakım söylentiler var. Bunu tam olarak bilmiyorum. Ama konuyu çalışan Fransız kadın tarihçi Françoise Picq çalışmalarında böyle bir tarihin olmadığını açıkça gösteriyor. Peki bütün bunların üstüne 8 Mart nereden çıktı? 8 Mart biliyorsunuz 1917 Şubat Devrimi’ni hazırlayan bir olaydır. Esas yanı budur. Burada da Rus Bolşevik devrimci kadın Aleksandra Kollontay var. 1917 Şubat ayı şu demek; Çarlık Rusya'sı savaş halinde ve bu savaşın yarattığı koşullarda; yoksulluktan, çocuklarının, kocalarının ölmesinden şikayetçi kadınları bir araya getiren bir yürüyüş düzenleniyor. Bu yürüyüş Julyen Takvimine göre 23 Şubat'ta, daha sonra değiştirilen Gregoryen Takvime göre 8 Mart'ta oluyor. Bu yürüyüş yapılıyor. Başarılı olduğunu şöyle düşünebiliriz. Bu yürüyüşe karşı askerler çok ciddi bir tavır almıyorlar. Ancak Çar yürüyüşten bir hafta sonra tahttan feragat ediyor ve Rusya'da Şubat devrimi yaşanıyor. Onun için 8 Mart'ın ya da 23 Şubat'ın, Bolşevikler için önemi Şubat Devrimi’ni hazırlayan bir gün olması. Bu 1917’de oluyor, 1918’de zaten savaştan ayrılıyorlar. Ondan sonra 1918, 1919 sürekli bugünü hatırlıyorlar. Kadınlar yürüyüş yaptılar. Bu savaşa karşı yürüyüştür. Biz kadınız yürüyüşü değil, savaşa karşı olma yürüyüşüydü. Bu yürüyüş daha sonra 1921 yılında, yine Sosyalist Enternasyonal Kadın Konferansında Sovyet sisteminin bir bayramı olarak, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak tespit ediliyor. Şubat devrimini hazırlayan bu günü Sovyet sistemine sempatiyle bakan diğer bütün sendikalar, partiler de bunu bayram olarak kutluyorlar. Ta ki dünyanın çeşitli yerlerinde Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanan bu günü Kadın Hakları ve Uluslararası Barış Günü olarak Birleşmiş Milletler kabul ediyor. Yani 8 Mart’ın hattı bu. Ama gerek 70’li yıllarda 8 Mart’ta Türkiye'deki sovyetik partilerin kendi küçük kadın toplantılarında, gerek 80’li yıllarda feminist hareketin ilk yıllarında, bir yangın ve 1857 yılında Amerika'da yaşanmış bir grev ve yangından söz edilir. Bu bir mit. Doğrusu Şubat Devrimi’ni hazırlamış olan gündür. Ama beslendiği birbirinden farklı birçok farklı kaynak var. Peki, oldu mu? Dediğim gibi bu lineer olmayan bir hikâye.
G.G.: Gayet iyi oldu. Çok teşekkürler. Bugün itibariyle 8 Mart'ın statüsü sence nedir? Ben mesela Amerika Birleşik Devletleri'nde büyükşehirlerde; New York'ta, San Diego'da, Boston'da 8 Mart için bir takım yürüyüşler olduğunu biliyorum ama tek tük olan şeyler ve gazete manşetlerinde pek gözükmüyor. 8 Mart Türkiye'de sanki daha görünür, Türkiye Kadın Hareketi için daha önemli bir şey. Öyle mi sence? Öyleyse niye?
K.T.: Orada tam niye böyle olduğunu açıklamak biraz zor. Bu konuya soğuk savaş mantığıyla bakmak gerekiyor. 8 Mart neredeyse bir yüzyıl boyunca, 90 yıl boyunca Sovyetik bir bayramdı. Dolayısıyla Amerikan sosyalistlerinin ya da liberallerinin dahil olmak üzere buna mesafeli durmasında anlaşılmayacak bir şey yok. Kaldı ki Avrupa'daki Sovyetik olmayan kadın gruplarının, ‘bu işin esası Amerika'da başladı’ gibi bir yarı hurafeyi çıkarmış olmalarının nedeni de, bu işin soğuk savaş ortamında Sovyetlerin elinde kalmaması için. Avrupa'daki kadınlarda da Amerika'yla Avrupa politikasını, kadın politikalarını nasıl buluştuğuna dair çok net bir şey söylemeden, 1857 yılında Amerika'da olmuş bir grev diyerek, soğuk savaşta Sovyetlerin yanında durmama tepkisi var. Onun için zaten çok karışıyor. Soğuk Savaş çerçevesinde bakmalıyız. Ben de ilk geldiğimde çok şaşırmıştım, 1990 yılların başında 8 Mart oluyor, ne öğrencilerden, akademisyenlerden, kadın işçiler akademisyenlerinden ses çıkmıyor. Çok şaşırmıştım. Hatta bir keresinde ilk 8 Mart’ımda kadın işçiler tarihini çalışmış hocamla asansördeydim. 8 Mart'ın kutlu olsun, dedim. Baktı, niye dedi. Anlattım ve tabii saçmaladım. Çünkü ben de bilmiyordum. “Amerika'da 1857 yılında…” gibi laflar ettim. “Yok öyle bir şey Kumru” dedi. Ben, Allah Allah, biz öyle biliyorduk, dedim. Zaten ondan sonra geçmişi çalışmaya başladım. İlginç olan şu tabii, Amerika'nın her yerinde değil ama New York'ta büyük bir hispanik, Latin işçi topluluğu var. O kesimdeki kayıtsız işçi kadınlar, 8 Mart'ı kendi sendikalarında, meydanlarda kutluyorlar. Çok büyük bir bayram olarak değil ama Latin Amerika'dan getirdikleri geleneklerle 8 Mart küçük çaplarda kutlanıyor.
Ömer Madra: Kadın hareketinin Türkiye'de iyi anlaşılmadığını düşündüğüm yanlarından bir tanesi de oy kullanma hakkının ne kadar büyük bir zorlu bir mücadele sonunda edinildiği. Sanırım Süfrajet Hareketi diye adlandırılıyor. Oy kullanma hakkı nice bedeller ödenerek, hatta can bedeli bile ödenerek elde edilmiş bir şey oldu. Bu çok üzerinde durulan bir şey değilmiş gibi geliyor. Yanılıyor muyum?
K.T.: Hayır, yanılmıyorsunuz. Oy kullanma hakkı talebi çok önemli bir hareket. Ama dediğim gibi şunu da unutmayalım; Avrupa'daki sosyalist kadınlar, Süfrajet hareketine karşı bayağı mesafeli duruyorlar. Emma Goldman “oy vermenin ne anlamı var ki, benim işim yoksa, çalışma hakkım yoksa, banka hesabım yoksa” demiş. Amerika'daki kadın hareketi Süfrajet’le, işçi sınıfı hareketini birleştiriyor. Ama 8 Mart'ın 8 Mart olmasının yine de ben sosyalist kadınlara ve sosyalist harekete bağlı olması gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar kadın hareketliliğinin kökeni tabii ki oy kullanma hakkı talebiyle buluşmuş olsa bile.
G.G.: Konuyu Türkiye'ye getireyim istiyorum. Önümde bir panel duyurusu var. Kadın ve Sosyalizm başlıklı. Oradaki üç konuşmacıdan biri sensin. Tarihi 1987, Talip Sineması diyor. Bu herhalde Ankara'daki Talip. 1986’da bu yürüyüşe katılmışsın. Bunlar Türkiye'de herhalde Kadın Hareketi’ni bu şekilde örgütlendiği ilk olaylar. O günleri de içinde bulunmuş birisi olarak kısaca özetler misin?
K.T.: İstanbul'da Şirin Tekeli, Gülnur Savran, Stella Ovadia gibi Avrupa'dan gelmiş akademisyen kadınların oluşturduğu bir kadın çevresi vardı. Buluşma çok ilginçti, ODTÜ'de de benzer bir şey oldu. Nükhet Sirman’ın dersi vardı. Nükhet Sirman'ın konuya ilgi duyan kadın öğrencileri vardı. Benimse sessiz bir şekilde ayakta var olmaya çalışan devrimci arkadaşlarım vardı. İlk feminist gruplaşmalar bu insanların birbirini bulmasıyla ortaya çıktı. Bunlar feminist gruplaşmalardı, hareket demek çok zor. Biz hareket gibi algılıyorduk içindeyken, çünkü 24 saatimizi buna verebiliyorduk. Ancak çok dardı, dar olmasının en büyük nedeni de özellikle Türkiye'deki sosyalist devrimci çevreler bayağı soğuk bakıyorlardı. Öğretmen edasıyla, devrimin halledeceği sorunlardır bunlar, diyerek bize parmak sallıyorlardı. Ben Türkiye'den ayrılıp, döndükten sonra baktım herkes feminist olmuş. Sevindim haliyle ister istemez. Ama kitleselleşmesi herhalde 2000’li yıllarda oldu. 2000’li yıllarda artık kitlesel Gece Yürüyüşleri başladı. Ben bunlara doğrudan tanık değilim ama oradaki parçalı yapıların bir arada durma halleri çok hoş, çok önemli bir siyasi pratik. İlk zamanlarda, buna Şirin Tekeli 12 Eylül'ün en baskıcı günlerinde ortaya çıkmış bu gruplaşmalara paradoks der. Bana çok paradoks gibi gelmiyor. Çünkü o ilk gruplaşmalardaki kadınlar, biz zaten bir şekilde hayatın içinde etkin olmayı bilebilen, siyasi kadınlardık. Sesimizin birazcık daha fazla çıkabilmesinin araçlarını, stratejilerini ve taktiklerini geliştirebilecek pratiklerden geliyorduk. Diğerleri de akademisyen kadınlardı, bilgili insanlardı. Bu buluşmayla ilk nüveler atıldı. Ankara'daki Perşembe grubu kuruldu. İstanbul'da kadın çevresi genişledi. Bunlar o ilk dönemin hareketleri oldu. O dönemde söylenmesi gereken çok önemli bir nokta daha var; 80’li yılların sonunda 90’lı yılların başında Avrupa'da kurulan Türk ve Kürt Kadın inisiyatifiydi. Bunu bu dönemleri çalışan tarihçi kadın arkadaşlar fark ediyorlar. “Hiç mi bir araya gelmedi Kürt ve Türk kadınlar?” diye soruyorlar. Bir araya gelinmişti. 12 Eylül'ün baskısı ve göçmenlik, kaçaklık şartlarında, iltica koşulları altında Türk ve Kürt kadınlar Avrupa'nın değişik kentlerinde yıllarca bir araya gelip, tartıştılar. Ve bu tartışmalarda yine ilginç olan, en büyük engel Türkiyeli solcu kadınlardı. Çünkü feminist olmanın anlamını bir türlü benimseyemiyorlardı. Başka bir şey daha söylemek istiyorum. Gülnur Savran'ın sanırım 80’li yılların ortasına çıkmış Üç Feminizm adında bir yazısı vardır. Çok kıymetli, çok güzel bir yazıdır. Çok derin bir yazıdır ama biz o kadar dar bir yerden bakıyorduk ki, Gülnur'un yazdığı yazıya baktık; İşte sosyalist feministler, liberal feministler, radikal feministler diyor, bunlardan bir tanesini seçmemiz lazım herhalde diye düşündük. Ve herkes onlardan birini seçti. Oysa ki şimdi biliyoruz ki feminist hareket çok seçenekli, çok başlıklı, çok alanlı bir hareket olabilir. Bu bu haliyle de var olabilir, ayakta kalabilir. Biz 70’li yıllarda devrimcilik yapmış insanlar fraksiyonlardan hoşlanmazdık, haz etmezdik ve bu konuda çok sekterdik. Oysa ki şimdi bu kadın hareketleri bize şunu gösteriyor: bu tür parçalanmışlıklar aslında hareketleri besleyen, geliştiren parçalanmışlıklardır. Bunlarla birlikte yeni stratejik adımlar atılabilir.
G.G. Süremizi doldurduk. Daha konuşacak şeyler var ama başka sefer devam ederiz. Bugün konuğumuz Kumru Toplamış New York'tan bağlanıyordu. New York'taki Pratt Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Kumru’nun ilgi alanlarından birisi de Şili ve oraya gittiği zaman belki oradan bir kayıt yapıp Açık Radyo’da sesini duyuracağız diye de aramızda sözleştik. Çok teşekkürler Kumru.
K.T.: Ben teşekkür ederim arkadaşlar.